Bilgi felsefesinin konusu bilginin kendisidir. Bilginin ne olduğu, nasıl elde edildiği üzerine değerlendirmeler yapar.
BİLGİ KURAMI (EPİSTEMOLOJİ)
Bilgi kuramı ile bilginin kaynağı, değeri, doğruluğu, sınırı problemleri ele alınır, değerlendirmeler yapılır.
Bilgi Kuramının Temel Kavramları:
Bilginin ne olduğu, bilginin hangi kaynaklardan nasıl kazanıldığı, bilginin değerlendirilmesinde doğruluk ölçütlerinin ne olduğu, bilginin oluşumunda süje-obje ilişkisi, süjenin bilgi oluşturmadaki etkinlikleri, bilginin objesine uygun olup olmadığı üzerine ilgilenmeler bilgi kuramının temel kavramlarını oluşturur.
Bilgi Kuramının Temel Soruları:
Felsefede bilgi düşüncenin konusu olduğundan beri, onun üzerine problematik mahiyette birçok sorular üretilmiş ve bu sorulara çağlar boyu birbirinden farklı yaklaşımlar oluşmuştur. Bilgi üzerine genelde iki bölümde sorular olmuştur.
Bilginin değeri üzerine soruları:
* Bütün bilgilerimiz doğru mudur?
* Doğru bilginin ölçütü nedir?
* Bilgilerimiz kesin midir?
* Bilgilerimiz genel geçer midir?
* Süje objesini doğru olarak algılayabilir mi?
Bilginin kaynağı üzerine sorular:
– Bilginin kaynağı nedir?
– Bilgi nasıl elde edilir?
– Bilginin elde edilmesinde hangi faktörlerin payı vardır?
BİLGİ FELSEFESİ ve MANTIK İLİŞKİSİ
Mantık doğru düşünmenin bilimidir. İnsan aklının düzenli kullanılmasının, doğru bilgi elde etmenin kurallarını ve yollarını belirtir. Mantığın ilkeleri yanlış düşünmeyi, yanlış akıl yürütmeleri önler. Mantık, bilgi veren önermeleri ve çıkarımları incelemesi bakımından bilgi felsefesiyle ilişkilidir.
Bilgi kuramı, bilginin kaynağı ve değeri, bilginin sınırları gibi problemleri ele alırken, bunları mantıksal bir tutarlılık (akla uygunluk) içinde sistemleştirir. Bu nedenle bilgi kuramı ve mantık birbirinin tamamlayıcısıdır.
BİLGİ KURAMININ TEMEL PROBLEMİ
Bilgi kuramının temel problemi “Doğru bilginin imkanı problemidir.
Burada iki temel soru ortaya çıkmıştır:
- Doğru bilgiye ulaşılabilir mi?
- Doğru bilgiye ulaşılabilirse, bu bilginin kaynağı nedir?
Felsefe tarihinde “doğru bilginin imkanı” problemi üzerine iki farklı görüş ortaya çıkmıştır.
1.Görüş: Doğru bilginin imkansızlığı (Doğru bilgi olamaz)
2.Görüş: Doğru bilginin imkanlılığı (Doğru bilgi elde edilebilir)
- Doğru bilginin imkansızlığı:
Doğru bilginin olamayacağını, her şeye şüphe ile bakmak gerektiğini savunan filozoflara “septik” (şüpheci), bu düşünce akımına da “septisizm” (şüphecilik) denir.
Septisizm bir felsefe görüşü olarak ortaya çıkmadan önce bu görüşe zemin hazırlayan filozoflar olmuştur. Bu ilkçağ filozofları Parmenides, Elealı Zenon ve Demokritos’dur.
Parmenides duyum bilgisinin insanı yanılttığını ve güvenilir olmadığını belirtmiştir.
Parmenides’in öğrencisi Elealı Zenon’a göre çokluk ve hareket yoktur. Bu durumlar birer yanılgıdır. Zenon bu iddiasını iki örnekle kanıtlamaya çalışmıştır. (Ünlü kahraman Aşil ile bir kaplumbağanın Yarışı ve yayla fırlatılan bir okun hareket etmiyor olması)
Demokritos da şüpheciliğin hazırlayıcısı bir filozofdur. Demokritos varlığın özünü atomların oluşturduğunu, bu çok küçük parçacıkların duyumlanmasının mümkün olamıyacağını, dolayısıyla duyumun yanıltıcı ve yetersiz olduğunu öne sürmüştür.
Doğru bilginin olamayacağını öne süren ikinci grup filozoflar ise “Sofist”lerdir. Sofistler (M.Ö. 450 dolaylarında) Atina’da yaşamış, güzel konuşma sanatını öğreten kişilerdir. İlk demokrasinin yaşandığı Atinada söz söyleme sanatı büyük değer kazanmıştı. İşte, Sofistler bu işi öğreten filozoflardır.
Sofistler bilginin değeri konusunda “Gerçek bilgi yoktur” tezini savunmuşlardır. Herşe herkese göre değişmektedir. Algı bilgisi kişiye görelik taşır. Oysa gerçek tek olmalı ve herkes gerçeğin üstünde birleebilmelidir. Bir şey birden çok gerçekliğe dönüşürse, o gerçek olamaz.
Ünlü sofist filozoflar Protagoras ve Gorgias’dır.
Sofistler şüpheci anlayışlarını bir felsefe sistemine dönüştürememişler, yöntemsiz sistemsiz olarak şüpheciliği işlemişlerdir.
Sofistlerden etkilenerek şüpheciliği sistemli bir felsefe görüşü haline getiren filozoflar Pyron ve Timon olmuştur. Diğer önemli septik filozoflar Arkesilaos, Karneades, Sektus Empirikus’dur.
Bütün bu septik filozoflar doğru bilginin, güvenilir gerçeğin olamıyacağını, bilgi üzerine yargıda bulunulamıyacağını, bilginin kişiden kişiye göre değiştiğinden göreceli olduğunu kanıtlamaya çalışmışlardır.
- Doğru bilginin İmkanı:
Doğru bilginin olamıyacağını, savunan septisizme karşı, ilkçağdan başlamak üzere karşı çıkan akım “Dogmatizm” olmuştur.
Dogmatizm, insan bilgisinin gerçeğe ulaşabileceğini, aklın mutlak bir değeri olduğunu, bilgi ve varlık bakımından gerçeğe ulaşılabileceğini savunan felsefe görüşüdür.
Doğru bilginin imkanı konusunda olumlu cevap veren felsefe akımları şunlardır.
– Rasyonalizm (Akılcılık)
– Empirizm (Deneycilik)
– Kritisizm (Eleştiricilik)
– Entüisvonizm (Sezgicilik)
– Pozitivim (Olguculuk)
– Analitik Felsefe (Çözümleyicilik9
– Pragmatizm (Uygulayıcılık)
– Fenomenoloji (Öz Felsefesi)
RASYONALİZİM (AKILCILIK):
“Doğru ve genel geçer bilgi elde edilebilir. Böyle bir bilginin kaynağı akıldır, düşünmedir.” tezini savunun görüşe akılcılık (rasyonalizm) adı verilir. Bu görüşe göre akıl yoluyla belirlenmiş zorunlu, kesin, genel geçer bilgi örneği matematik ve mantıktır.
Rasyonalist anlayışın temsilcisi düşünürler şunlardır:
SOKRATES (M.Ö. 469-399):
İlk rasyonalist düşünürdür. Sahip olduğu görüşlere ilişkin hiçbir yazılı eser bırakmamıştır. Onun görüşleri öğrencisi olan Platon’un kitaplarından öğrenilmiştir.
Sokrates’e göre bilgilerimiz doğuştandır. Bunu kanıtlamak için hiç matematik bilgisi olmayan bir köleye, yönelttiği sorularla bir geometri öğretemez, ancak, onda doğuştan bulunan bilgi ve düşüncelerini uyandırabilir. Onun bu yöntemine diyalektik (soru-cevap) sanatı denir. Bu yöntem üç aşamadan oluşur: Soru sorma – İroni (alay etme) – Mayotik (doğurtma)
Sokrates bu yöntemle kavrama ulaşmayı amaçlar. Kavram ile yargılara sağlam bir temel bulacağına inanmıştır.
Sokratesin üzerinde durduğu başlıca konu ahlâk olmuştur. Erdemli olmanın (ahlaklılık) mutlu olmaya vardıracağını, bu nedenle erdemin bilgi olduğunu dile getirmiştir.
PLATON (Eflatun M.Ö. 427-347):
Sokrates’in öğrencisidir. Rasyonalist anlayışı daha sistematik bir yapıya dönüştürmüştür.
Platon’a göre iki evren vardır. Biri duyumlanabilen varlık evreni, diğeri akıl ve düşünme yoluyla kavranabilen İDEA’lar evrenidir. Asıl gerçeklik idealar evrenidir. Duyular yoluyla kavranabilen evren idealar evreninin bir görüntüsü, kopyasıdır. İnsan gerçek bilgiye idealar evrenini kavrayarak, yani düşünerek varabilir. Duyumlanan evrenin bilgisi yanıltıcıdır ve görelidir.
Bu düşünceleriyle Platon rasyonalizmi idealizmle özdeşleştirmiştir.
ARİSTOTELES (M.Ö. 384-322):
Platon’un idealizmini eleştirerek rasyonalizmi realist bir anlayışa dönüştürmüştür.
Aristoteles aynı zamanda mantığın kurucusudur. Ona göre mantık doğruya vardıran bir araçtır. O, mantıklı düşünmeyi tümdengelim olarak değerlendirir. Gerçek bilgi, tümel gerçekliklerden tümdengelim yoluyla elde edilebilirler. Aklın genel gerçekliklerden yola çıkarak buradan tikel ve özel bilgiler elde etmesi aklın temel fonksiyonudur ve türevidir.
Aristotelese göre iki türlü bilgi vardır. Biri deneye, yani yaşarken duyum ve algılarla kazanılan bilgiler, diğeri ise bilimsel bilgidir. Bilimsel bilgi kavram, yargı ve akıl yürütmeye bağlıdır. Bilimsel bilgi tek tek var olanlarda kalan bilgi olmayıp, genel ve tümel olanı kavramaya yönelik rasyonel bilgidir.
Aristoteles için akıl da etkin ve edilgen akıl olarak iki yönlü özellik gösterir. Etkin akıl ideaları kavrar, bilir ve bütün insanlar da ortaktır. Edilgen akıl ise duyu verilerini işler, tümel kavramları oluşturur. Bu akıl bulunduğu bireyin özelliğini taşır.
FARABİ (870-950):
Farabi, İslam felsefesinin kurucusudur. Aristotelesin felsefesini benimsemiştir. Kuran ile Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu nedenle Farabi’ye ikinci öğretmen (muallim-i sani) denmiştir.
Farabi’ye göre en gerçek, en yüce varlık Tanrıdır. Tanrı, var olmasını bir başka şeye borçlu olmayan, varlığını kendinden alan bir özelliğe sahiptir. Diğer varlıklar ise kendi başlarına var olamaz. Farabi’ye göre Tanrı hem öz hem de varoluştur.
Yaratılanlar, Tanrı’ya en yakın varlıklar olan “akıllar” halinde Tanrı’dan çıkarak, var olurlar. Bu var oluş bir sıra düzenine göre olur. Tanrı’dan çıkan “akıl”lar arasında en önemlisi hep etkin akıldır. Bu akıl mutlak bilgi ile aynıdır. İlk bilgiler bu etkin akıldan çıkmıştır.
Duyumlara ve mantıksal çıkarımlara dayalı bilgilerin doğruluğundan emin olunamaz. Doğrulukları deneyle kanıtlanmış bilgiler tümel bilgilerdir. Bu bilgiler,doğruluğu aynı zamanda akla dayalı olan gerçek bilgilerdir.
DESCARTES (1596-1650):
Yeni çağda rasyonalizmin temsilcisi Fransız filozofudur. Matematikçidir. Matematikte “Analitik Geometri”nin kurucusudur.
Descartes’e göre matematiğin metodunda analiz ve sentez vardır. Bu yol gerçeği elde etmede kullanılacak en doğru yoldur. Descartes, insan zihninde doğuştan var olduğunu kabul ettiği “lik gerçeklerden başlanarak ve matematiğin metodu kullanılarak apaçık bilgilere varılabileceğini iddia etmiştir.
Descartes, doğrulara, gerçek bilgilere varmada “şüphe” metodunu kullanmıştır. Kullandığı şüphe bir amaç değil bir araç şüphesidir.
Descartes’e göre şüphe etmek düşünmektir. Şüphe eden kişi düşünüyor demektir. Şüphe eden kişi, şüphe eden benliğinden, yani bilincinden ve bilincinin varlığından şüphe edemez. İşte bu Descartes’e göre ilk elde edilen gerçekliktir. Daha sonra bu yöntemle Tanrı’nın ve varlıkların şüphe edilemeyecek gerçeklikler olduğunu kanıtlar. Kanıtlamalarını hep akıl yoluyla yapar.
LEİBNİZ (1646-1716):
Leibniz bir Alman düşünürüdür. Aynı zamanda bir mantıkçı ve matematikçidir. Ona göre insan bilgisi iki yolla elde edilir. Duyularla ve akıl yoluyla elde edilen bilgiler. Duyu bilgisi yanıltıcı ve güvenilir olmayan bilgidir. Matematik bilgisi buna örnektir.
Leibniz’e göre herşey Tanrıdan türemiştir. Tanrı sonsuzdur. İnsan aklı Tanrı bilgisine “çelişmezlik” ilkesi ile varır. Bu tür bilgiler ezeli ve ebedi hakikatleridir. Bunun yanında olgulara dayalı bilgiler de vardır. Bu bilgiler “yeter sebep” ilkesine dayanırlar.
Bu görüşleriyle Leibniz rasyonalizm ile empirizmi uzlaştırmaya çalışmıştır.
HEGEL 1770-1831):
Hegel’e göre akıl değişmez, mutlak, en güvenilir bilgi kaynağıdır. Akıl, insan düşünmesini ve bilinçsiz doğayı idare eden bir kanundur. Düşünmek, araştırılan ve bilgisi elde edilmek istenen “nesnenin özünü bilmek” etkinliğidir. Her nesnede görüntüsünün ardında bir de öz “geist) vardır. Düşünmek, nesnenin ardındaki bu özü kavramaktır.
Hegel’e göre akla uygun olan gerçektir. Akıl, mutlak varlığın ve doğadaki değişmenin bilgisini apaçık olarak vermektedir.
EMPİRİZM (DENEYCİLİK):
Doğru ve genel geçer bilginin duyumlar yoluyla oluşan deneylerle kazanılabileceğini öne süren felsefe görüşüdür. Empirist anlayışa göre insan zihninde doğuştan getirilen hiçbir bilgi yoktur. İnsan zihni bu nedenle boş bir levha gibidir.
Empirist görüş 17. ve 18. yüzyıllarda sistemli bir düşünce olarak felsefe tarihinde yerini almıştır.
Empirizmi geliştirerek sistemli bir felsefe görüşü haline getiren önemli düşünürler John Locke, Davit Hume, Condillac, Herbert Spencer’dir.
JOHN LOCKE (1632-1704):
İnsan zihninde bulunan bütün düşüncelerin kaynağı deneydir. İnsan zihninde doğuştan olan hiçbir düşünce ve düşünce prensibi yoktur. bu nedenle zihin başlangıçta boş bir levha gibidir (Tabula Rasa). Yaşam içinde gözlemler ve deneylerle kazanılan bilgiler zihni doldurur.
Loçke’a göre deney iki aşamada gerçekleşir.
* Dış deney (duyumlama): Duyu organları yoluyla edinilen izlenimler.
* İç deney (düşünme): Duyu verilerinin işlenerek yargılar biçiminde bilgiye dönüşmesi.
DAVİD HUME (1711-1776):
İnsan zihninde önce duyumlama yoluyla oluşan “izlenimler” vardır. İzlenimlerden de düşünceler oluşur. İzlenimler duyumlarla oluştuğu için canlı ve dinamik tasarımlardır. Düşünceler ise izlenimlere dayanır. İzlenimler severken, nefret ederken algılanan canlı duyumlardır. Düşünceler ise bu canlı duyumların canlılığını kaybetmiş kopyalarıdır.
D.Hume nedensellik ilkesini kabul etmez. Ona göre doğadaki hiçbir olayda nedensellik ilişkisi yoktur. Olaylar kendi başına oluşur. Hiçbir şeyin başka bir şeyle ilişkisi olamaz. Biz olayları ard arda gördüğümüz için onlar arasında nedensellik olduğunu, birinin neden diğerinin ise sonuç, olduğunu belirtmekteyiz.
D.Hume’un bu yorumu “nedensellik ilkesi” üzerine bir kuşkunun doğmasına yol açmıştır. Eleştirici felsefenin kurucusu olan Alman düşünürü İmmanuel Kant, D.Hume’un bu görüşünden etkilenerek “Hume, beni dogmatik uykumdan uyandırdı” demiştir.
- CONDİLLAC (1715-1780):
Empirist anlayışı duyumculuğa (sensualizm) indirgemiştir. Locke’un bilgi anlayışındaki dış deneyi bilgilerin tek ve mutlak kaynağı yapmıştır. Yani bütün insan düşüncesini duyumla temellendirmiştir.
(Görüşlerini mermer bir heykel örneği ile açıklamıştır.)
HERBERT SPENCER (1820-1903):
Deneyci anlayışı evrimcilikle birleştirmiştir. Spencer’e göre insan tüm yaşamı boyunca yaptığı deneylerle kazandığı deneyimleri, kalıtım yoluyla kazandıklarıyla birleştirerek gelecek nesillere aktarır.
Spencer empirizmi, türlerin yapmış olduğu deneyler toplamı olarak yorumlamıştır.
ELEŞTİRİCİ DÜŞÜNÜŞ (KRİTİSİZM):
Bu görüşü geliştiren ve sistemleştiren Alman düşünür İmmanuel Kant olmuştur. (1724-1804)
Bilgi konusunda Kant’ın görüşleri şöyledir:
İnsan bilgisi deneyle başlar, ama deneyden doğmaz. Duyular yoluyla sahip olunan duyum yani deney bilgisi bilginin yalnızca hammaddesidir. Bu malzemenin bilgiye dönüşebilmesi için, insan zihninde doğuştan var olan akıl kalıplarından geçirilmesi gereklidir. Akıl kalıpları aklın kategorileridir. Duyum yoluyla kazanılan bilgi malzemesi zihnin bu kategorik kalıplarına girerek (bu kalıplar Kant’a göre 12 tanedir), 12 yargıya dönüşür.
İnsanın dış dünyayı duyumlaması, yine doğuştan insanda var olan zaman ve mekan denilen duyum malzemeleri ile gerçekleşir. Kant’a göre hem aklın kategorik kalıpları hem de duyumun oluşmasını sağlayan zaman ve mekan kategorileri deneyden gelmeyen, yani sonradan kazanılmayan, doğuştan tüm insanlarda var olan apriori formlardır.
Bilgiyi oluşturan zihnin apriori kategorik yapısı bütün insanlarda aynıdır. Bu nedenle insan bilgisi göreli (relatif) bir özellik taşır. Ancak bu görelilik objektif özellik taşır. Çünkü, bütün zihin yapıları aynı olduğuna göre, bu bilgi tüm insan zihinlerine göre oluşmaktadır.
ANALİTİK FELSEFE (ÇÖZÜMLEYİCİLİK):
Bu felsefe görüşü Wittgenstein’a (1889-1951) aittir. Bu düşünürse göre bilgiye çözümlemeler yoluyla varılabilir. Her dilin mantıksal bir yapısı vardır. Bu mantıksal yapıyı çözümlemek felsefenin görevi olmalıdır. Dilin önermeleri olguları belirtmektedir. Dil olguların taşıyıcılığını yapar. Dilin çözümlenmesi olguların bilgisini, gerçeğin bilgisini kazandırır.
Bu görüşün temsilcileri modern (sembolik) mantığın kurucularıdır.
POZİTİVİZM (OLGUCU GÖRÜŞ):
Pozitivist felsefe görüşünün kurucusu Fransız filozof Auguste Comte’dur. (1798-1857)
Comte felsefeyi metafizik yapısından kurtarmak istemiştir. 19. yüzyılda bilimlerin, özellikle pozitif doğa bilimlerinin gelişmesi felsefeyi de etkilemiştir. A.Comte felsefeyi de pozitifleştirmek istemiştir.
Pozitif felsefe görüşünde bilgi duyularımızın bize kazandırdığı olayların, görünenlerin (fenomen) bilgisidir. Bu bilgi değişmeyen, mutlak olan bir öz bilgisi olamaz. Olayların ve bunların ard ardalığı ve benzerliğinin bilgisidir.
A.Comte’a göre yaşanan çağ bilim çağıdır. İnsan düşüncesi bu çağa üç aşamadan geçerek gelmiştir. Comte, bu gelişimi şöyle açıklar:
- Dönem: Teolojik Düşünce Dönemi:Dinsel düşünce dönemidir. Herşey kutsal fikrine göre yorumlanmıştır. Fetişimzm (putçuluk), (Politeizm (çok tanrıcılık), Monoteizm (tektanrıcılık) dönemleri yaşanmıştır.
- Dönem:Metafizik Düşünme Dönemi: Bu dönemde nesnel gerçekliğin özünde gizli güçler aranmıştır.
- Dönem: Pozitif Düşünme Dönemi: Bu dönem bilim anlayışının oluştuğu dönemdir. Doğanın kendine göre yasaları vardır. Bilgi bu yasalara göre oluşur ve bilgi ancak olayların bilgisidir. Böyle bir anlayışın oluştuğu dönemde felsefe de bilimler gibi pozitif olmak zorundadır.
ENTÜİSYONİZM (SEZGİCİ GÖRÜŞ):
Bu düşünüşün en önde gelen temsilcisi Fransız düşünür Henri Bergson’dur (1859-1941)
Bergson’un sezgici felsefe görüşü şöyle özetlenebilir.
Yaşam, sürekli değişim gösteren bir süreçtir. Zaman da yaşamla birlikte değişim gösterir. Yaşamın bu değişimi yaratıcı bir atılımdır. Yaratıcı atılım (Hayat hamlesi), bütün canlı varlıklardaki iç kuvvettir. Bu kuvvet, yaratıcılık özelliğiyle sürekli yeni türler ve yeni cinsler meydana getirir. Yaratıcı atılım her canlıya sıçramalı hayat veren tanrısal güçtür. Tanrı bitip tükenmeyen bir hayattır, sonsuz eylem ve özgürlüktür.
Zeka, sürekli yaşam değişimini kavrayamaz. Zeka, duruk ve eylemsiz maddeyi kavrayıp bilebilir. Hayat atılımını, yani değişimi ancak sezgi kavradığı madde bilgisinden ve pozitif bilimlerin sağladığı bilgiden farklı bir bilgidir. İnsan böyle bir bilgiye varlığın iç gelişimini, iç dinamiğini kavrayabilir.
Bergson’un sezgici görüşü orta çağda İslam düşünürü Gazali tarafından da benzer biçimde dile getirilmiştir. Gazali’ye göre insan “Kalp Gözü” ile her şeyi bilebilir. Bu ise ancak içsel temizlenme ve arınmayla mümkün olabilir.
PRAGMATİZM (YARARCI-UYGULAYICI GÖRÜŞ):
Bu görüş Amerikalı düşünür ve psikolog Villiam James (1842-1910) tarafından geliştirilmiştir. James’e göre bilimlerin sağladığı bilgiler gerçektir ve insana önceden görmeyi, doğaya egemen olmayı sağlar. Ancak, bilgiler mutlak, ezeli ve ebedi olamazlar. Çünkü, insan değişkendir. Hayat ve olaylar da değişkendir. Bu nedenle insanların ihtiyaçları da değişir. Buna göre gerçekler değişken olmalıdır. Öyleyse, insana yarar sağlayan, işe yarayan gerçektir. Gerçek olmanın ölçüsü bu anlayıştır.
Pragmatizme göre her düşünce, her gerçek olan yaşayışımıza uygun olduğu, fayda sağladığı sürece doğru kabul edilmektedir. Bu düşünce, gerçekliği faydacı, yararcı anlayışla özdeşleştirmiştir.
FENOMENOLOJİ (ÖZ FELSEFESİ):
Alman düşünürü Edmund Husserl (1859-1938) tarafından geliştirilen bir görüştür. Husserl’in görüşleri şöyledir:
Fenomen, insanın dışındaki incelenen, gözlenen her türlü algısal varlıklar ve olaylardır. Fenomen bilgisi varlığın dışına ait olan bilgiler verir. Oysa fenomenlerin içerikleri, özleri bilinememektedir. Aslında bilgi bunlara inmelidir. Örneğin, insan fenomeninin iç oluşumu bilinmemektedir. Nesnelerin bilgisine ancak özlerden varılabilir. Öyleyse süje (bilinç) nesnenin özüne yönelmelidir. İnsan öncelikle kendini kavramalıdır. İnsan kendi benini kavrarsa, kendi beninde başkasının benini ve kavrayıp anlayabilir. Bu durumda dünya başkalarıyla birlikte vardır. İnsan bilinci kendine dönüşle tüm fenomenlerin özünü içinde duyarak ortak yaşam bilinci oluşur.